MAKİNENİN İZİNDE OSMANLILAR
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Ama doğu dünyası, Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ve Bilim Devrimi sonrasının teknolojik gelişmeleri karşısında önderliği kaybetti. Bu süreçte Osmanlılar’ın temel hedefi teknoloji açığını kapatmak ve çağı yakalamak oldu.
Prof Dr Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi
Doç Dr Mustafa Kaçar
İÜ Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi A.B.D
Makine, belirli bir işin gerçekleştirilmesinde ya da fiziksel bir işlevin yerine getirilmesinde, insan ya da hayvan gücüne yardımcı olarak kullanılan ya da tümüyle onların yerini alan bir düzen. Günümüz dünyasında belirli bir işte çalışırken hemen hemen hepimiz belli makinelerden yararlanırız. Örneğin, her evde bir elektrikli süpürge, dikiş makinesi, elektrikli tıraş makinesi yani yapılan işleri kolaylaştıran makineler bulunur. Makineleri kullananlar genellikle makinelerin nasıl çalıştığını bilmediğinden, içgüdüsel olarak onların çok karmaşık olduğuna hükmederler. Ancak en karmaşık makine bile aslında belirli bir amaca yönelik basit elemanlardan oluşan cihazlardır.
Makine kelimesi başlangıçta basit temel elemanları ifade etmede kullanıldı; ancak makine elemanları tek bir sınıflandırmaya tabi tutulmadı. İskenderiyeli Heron (İ.Ö. 1. yüzyıl) beş temel basit makineden bahsetti: kaldıraç, vinç, makara, kama ve vida. Heron, dişli çarkı kuramsal olarak vince eşdeğer kabul etti ve eğik düzlemi makine elemanlarından saymadı. Diğer yazarlar vidayı kendi başına bir elemandan çok eğik düzlemin bir uygulaması olarak değerlendirdiler. Geniş makine tanımı, bugün yukarıda söz konusu edilen beş basit makinenin yanı sıra günümüz karmaşık mekanik sistemlerini de kapsıyor. Günümüzde genellikle basit makineler kaldıraç, eğik düzlem, makara, vinç ve bocurgat, vida, dişli çark ve kama olmak üzere 7 başlık altında toplanıyor.
Tarihin uzun bir döneminde bu basit makinelerden oluşan belirli türden karmaşık düzenlerin türleri ve gelişim evrelerinin öyküsü, insanoğlunun öyküsüne yol gösterdi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Kuyu çıkrığı, Arşimet burgusu ya da su salyangozu, tambur, kova dizisi, kepçeli çarklar, bölmeli çarklar, Takiyüddin’in altı silindirli pompası gibi su kaldırma düzenleri, geleneksel makine elemanlarının ikinci uygulama alanı olan su değirmenleri, aralarında El Cezeri’nin de bulunduğu çeşitli mucitlerin yaptığı su saatleri, çeşitli işlevlere sahip otomatlar ya da daha çok eğlence ve estetik zevkleri doyurmaya yönelik çeşitli otomatlar ve Benû Musa kardeşlerin geliştirdiği sihirli kaplar Anadolu’da da geniş bir kullanım alanı buldu.
Ama teknolojiye bağlı ihtiyaçlarını geleneksel makinelerle karşılayan doğu dünyası, Avrupa’da Rönesans, Bilim Devrimi sonrasında meydana gelen teknolojik gelişmeler karşısında bu konudaki önder vasfını kaybetti.
TEKNİĞİN PEŞİNDE OSMANLILAR
Bu süreçte tarihleri boyunca sınırdaş oldukları Avrupalılarla sürekli mücadele içinde geçen ilişkilerinde Osmanlı İmparatorluğu da bu değişimden payını aldı. Ama Osmanlı İmparatorluğu, Batı dünyasıyla arasındaki teknoloji açığını kapatmak için Avrupa’da gelişen her türlü tekniği transfer etti ve günümüze kadar devam eden çağı yakalama çabası içine girdi. Öncellikle harp tekniklerinde ve ateşli silah teknolojisinde Avrupa’yı yakından takip eden Osmanlılar, coğrafya, tıp, saatçilik, madencilik gibi konularda da bilgileri transfer ettiler.
Osmanlılar kendi mensup oldukları kültür ve medeniyetin teknolojik bilgilerinden istifade etmenin yanında kendisinde olmayıp da başka medeniyetlerde bulunan teknikleri de hiçbir engelleme olmadan edindiler. Örneğin 15. yüzyılda Leonardo da Vinci, II. Beyazıt’a (saltanatı 1481-1512) yazdığı mektupta birkaç teknik projeden bahseder. Bunlar arasında gemilerden suyu boşaltmak için yeni bir dolap (pompa) projesi de bulunmaktadır. Aynı şekilde 17. yüzyılda İstanbul’da Azapkapı’da Avrupalılardan öğrenilen çam ağacından tulumbalar yapıldığını ve tulumbalarla kuyulardan ve küplerden kovasız su çekildiğinden bahsedilir. 1717 yılında İstanbul’a gelen ve Müslüman olduktan sonra Gerçek Davut adını Fransız asıllı David adlı bir kişi ülkesinde emme basma tulumba yapmış, İstanbul’da bu yeni sistemle çalışan bir tulumbacı ocağı kurmuştur.
Orta Çağ’ın başlarında daha çok un öğüten değirmenler için güç sağlayan su çarkları, giderek madenlerdeki yeraltı sularının yüzeye pompalanması, maden cevherinin işlenip ezilmesi, maden eritme ocağının körüğünün çalıştırılması, demir dövme çekicinin kaldırılması, tel çekilmesi, çırpıcı dibeği ile bıçkıhane testerelerinin çalıştırılması gibi teknolojik makinelere uygulanmıştır. Böylece bir taraftan su gücü İngiliz sanayileşmesinin lokomotifi görevini gören kömür ve demir üretiminde enerji gereksinimini karşılarken, diğer taraftan tekstil sektöründe otomatik iplik eğirme çıkrıkları ile otomatik kumaş tezgahlarının çalıştırılmasında kullanılmıştır. Buharlı makinenin keşfinden çok sonralarına kadar önemini yitirmeyen su çarkı, gerek Avrupa’da ve gerekse Kuzey Amerika’da en önemli güç kaynağı olmaya devam etmiştir. Aslında sanayi devrimi su çarkını devre dışı bırakmak yerine su çarklarında önemli düzeltmelere ve gelişmelere yol açmıştır. Bu açıdan incelendiğinde 18. yüzyıl sonunda Osmanlı sanayileşmesi için yaygın su gücü kullanımı ile enerji teknolojisi alt yapısının yeterli düzeyde olduğu anlaşılmaktadır.
ÖNCE ORDU
Sanayide büyük atılımlar yaşayan Avrupa ülkelerinde olduğu gibi 18. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı devleti için de ıslahat dönemi olmuş ve bu konuda bizzat padişah ve idareciler ciddi gayretler göstermişlerdir. İlk ciddi ıslahat gayreti, daha 18. yüzyılın ilk yarısında askeri alanda başlatılmış ve 1735’te yeni bir Humbaracı Ocağı kurulmuştur. Başına aslen bir Fransız olan ve İslamiyeti kabul ederek Osmanlı Devleti hizmetine giren Humbaracı Ahmet Paşa (Alexander Comte de Bonneval) getirilmiştir. Avrupa örneğinde kurulan bu ilk askeri teşkilat 1775 yılında yine bir Fransız subayı olan Baron de Tott’un idaresinde açılan Mühendishane’nin ilk nüvesini oluşturmuştur. Bu dönemde Avrupa’dan çok sayıda uzman ve teknisyenin Osmanlı hizmetine girdiği ve bunlardan Avrupa’daki son gelişmeler konusunda bilgi ve teknoloji transferi konularında faydalanıldığı görülmektedir.
Her konuda olduğu gibi Avrupa kaynaklı teknoloji ve sanayi konusunda da Osmanlılar’da en büyük atılımlar Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) gerçekleşmiştir. III. Selim, 1774’te tahta geçen amcası Abdülhamit I döneminde ıslahatçı babasının yolunda ilerlemiş ve veliaht sıfatı ile elindeki olanakları kullanıp saltanata geldiğinde yürürlüğe koyacağı ıslahat tedbirleri konusunda kendisini yetiştirmiştir. İstanbul’daki Fransız elçisi Gouffier’in vasıtası ile yakın adamlarından İshak Beyi Fransa’ya göndererek hem Avrupa devletlerinin durumu hakkında, hem de Fransa’nın askeri durumunun, “kara ve deniz kuvvetlerinin, kalelerinin, tophanelerinin, tersanelerinin” durumu hakkında bilgi toplamış, aynı zamanda Kral Louis XVI ile mektuplaşmıştır. Neticede 1789 yılında başa geçtiğinde Sultan Selim III, ufku genişlemiş ve devlette ıslahat yapılması hususunda fikirleri kuvvetlenmiş bir padişah olarak tahta çıkmıştır.
Osmanlı ordusunun 18. yüzyıl boyunca sürekli bir başıbozukluk ve kargaşa yaşaması, aynı sıkıntıların silah ve mühimmat fabrikalarına sirayet etmesine yol açmıştır. Sultan Selim ve yardımcıları, bu nedenle ıslahat planları hazırlarken, askeri teknolojiye önemli bir yatırım yapmayı ön plana almışlardır. Bu amaçla bir yandan 1793 yılı başında Fransa’daki Valence top dökümhanesi direktörü Guion Pompe-lonne yönetiminde top ve hafif ateşli silahlar için çalışmalar başlatırken, diğer yandan Bakırköy’deki Baruthane-yi Amire ile Selanik, Gelibolu, Bağdat, Kahire, Belgrad ve İzmir’deki yerel baruthanelerin ıslah edilmesi için 1790 yılından itibaren gayret içine girilmiştir. Özellikle 1794 yılı başlarında Evakil Efendi adlı bir Ermeni ustanın yönetiminde Küçükçekmece’nin hemen kuzeyinde Azadlı mevkiinde inşa ettirilen yeni ve büyük baruthanede gerçekleştirilen başarılı üretim, Bakırköy, Gelibolu, Selanik ve İzmir’deki tesislerin devre dışı bırakılması sonucunu getirmiş ve 1795’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasının cephane gereksinimleri sorunsuz olarak karşılanabilmiştir. Azadlı tesislerinin en önemli özelliğinin ise tüm makine aksamının enerji ihtiyacının su çarkları ile sağlanmasıydı.
1795-1798 yılları arasında yeralan Napolyon Bonapart’ın Mısır çıkartmasına kadar Hasköy hariç diğer tüm Osmanlı silah fabrikalarının yönetimi Aubert ve Cuny adlı iki Fransız uzmana bırakılmışken, bu tarihten sonra İngiliz ve İsveç subayları bu görevleri devralmışlardır. Bu dönemde silah teknolojisi için yapılan çalışmalar kısıtlı sonuçlar vermişse de bunun yan alanları olan madencilik (bakır ve demir üretimi) ve döküm teknolojisi konularında önemli düzenlemeler gerçekleştirilebilmiştir. Kara ordusundaki ıslahatın güç ve yavaş ilerlemesine karşılık donanmada ve Tersane-i Amire’deki ıslahatlar çok daha hızlı sonuçlanmaştır. 1793 yazından itibaren gerek Tersane-i Amire’deki yeniden yapılanma, gerekse gemi inşaatının bir Fransız denizcilik mühendisi olan Jacque Balthasard Le Brun ve iki yardımcısı Jean Baptiste Benoit ve Toussauit Petit ile gerçekleştirilen çok modern bir donanma, Osmanlı deniz kuvvetlerini inanılmaz bir şekilde ıslah etmiştir. 1804 yılına kadar Osmanlı donanmasına 45 yeni savaş gemisi katılmış, gerek gemi mühendisleri ve gerekse Hasköy’deki Mühendishane’de yetiştirilen deniz subayları en üst düzeyde becerilerle donatılmışlardır.
AVRUPA’DAN TEKNOLOJİ TRANSFERİ
Avrupalı bilim adamlarının yanında yetişen ve daha sonra Mühedishânelerde hocalık yapan ilk nesil Osmanlı modern bilim adamları, Avrupa teknolojilerinin ülkeye transferinde etkili olmuşlardır. Bunlar ilk buharlı makineleri almak ve kullanmak üzere görevlendirilmişlerdir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un ilk hocalarından Hüseyin Rıfkı Tamani (öl. 1816), Yahya Naci Efendi gibi bilim adamları 18. yüzyılın sonlarında Sanayi Devrimi’ni Osmanlı Devleti’nde ilk tanıtımını gerçekleştirmişlerdir. Yine aynı dönemde Mühendishane halifelerinden aslen bir İngiliz olan Mühendis Selim Ağa Kaptan-ı Derya Gazi (Küçük) Hüseyin Paşa’nın emriyle Osmanlı Tersanesinde inşa edilmekte olan “büyük havuz”da ve diğer projelerde kullanılmak üzere buhar gücüyle çalışan tulumba almak üzere İngiltere’ye gönderilmiştir. 1803 yılında gerçekleşen bu olay, Osmanlı tarihinde Avrupa’daki Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının transferi konusunda bilinen ilk teşebbüstür.
Önceleri doğrudan Avrupa’dan ithal yoluyla elde edilen buhar makinelerinin çok geçmeden İstanbul’da imal edilmesi yoluna gidilmiştir. Padişah’ın emriyle “saye-i şevket-vaye-i mülukanelerinde Avrupa’da yapılan şeylerin cümlesi ma´ ziyade burada dahi yapılması müyesser olmakda olduğu misillü bu husus içün dahi hezarfen bir kulları tedarik olunub da gerek kazgan ve gerek sa´ire edevat ve çarhların suret-i i´maliyesi tahsil olunmak mümkün olacağı hatır-güzar ve ma´lum-ı hümayun-ı mülukaneleri” Avrupa’da yapılan her şeyin fazlasıyla Osmanlı’da da yapılma yolları aranmıştır.
1830-1836 yılları arasında Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un başında bulunan Başhoca Hafız İshak Efendi (öl. 1836) modern batı bilimlerinin Osmanlı devletinde tanıtılmasını ve Osmanlı eğitim müesseselerine girişini sağlayan en önemli simalardan birisiydi. Çalışkanlığı ve hızlı tercüme yapma yeteneği ile ömrünün 1824-1836 yılları arasındaki döneminde 11 ciltten oluşan 7 eser verdiği bilinmektedir. Bu eserlerinden en önemlisi de 4 ciltlik Mecmu-i Ulûm-ı Riyâziye’sidir. Bu eser, matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, botanik, zooloji, mineraloji, gibi birçok tabii ve riyazi bilimlerin basılı Türkçe metinlerini bir arada sunan ilk kitap, ilk teşebbüs olması bakından önemlidir. Onun bu mecmuasında yer alan mekanik ve hidrolik konusundaki yazısı bugüne kadar incelenmemiştir. İshak Efendi, ayrıca top dökümcülüğü, jeodezi aletleri ve istihkamcılık gibi askeri teknikler sahasında geniş bir yelpazede eserler vermiştir.
Osmanlı döneminde Türkiye’de hiçbir zaman tam manasıyla sanayi devrimi yaşanmazken, devlet özellikle askeri ihtiyaçları göz önünde bulundurarak Zeytinburnu Demir Fabrikası, Beykoz Deri Fabrikası gibi büyük sanayi işletmeleri kurmuştur. Bunlar dışında harp sanayine yönelik olarak Tersane’de buharlı gemi yapımı da bir ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Sivil sahada ise ekonomisi toprağa bağlı bir ülke olan Osmanlı’da tarımda makineleşme dönemi başladığında özellikle zirai aletler ve makineler Avrupa’dan ithal yoluyla getirtilmiştir. Ender olarak büyük çiftlik sahibi aydınlar tarafından geliştirilen tarım makinelerine de rastlanmaktadır. Bunlardan Bursa’da ziraatla uğraşan Rauf Paşa bir harman makinesi icat etmiş ve bunu kullanmıştır.
MEKTEB-İ BAHRİYE-İ ŞAHANE’DE BAŞLAYAN EĞİTİM
Türkiye’de makine mühendisliğine yönelik eğitim ve öğretim, ilk kez bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temelini oluşturan Mekteb-i Bahriye-i Şahâne’de başlamıştır. Bahriye Mektebi’nin yeniden düzenlenmesi sonucunda okulun öğretim süresi dört yılı idadî (lise), iki yılı harbiye ve iki yılı da denizde eğitim olmak üzere sekiz yıl olmuştur. Harbiye sınıflarını bitirenler mühendis (teğmen) rütbesini alıp iki yıl daha denizde eğitim görüyorlardı. Harbiye bölümünde 1866 yılından başlayarak harp sınıfı olarak adlandırılan “güverte” ve “inşaiye” sınıfları yanında “buhar (makine)” sınıfı açılmıştır. Bu yıl harbiye sınıflarına geçen öğrenciler 1870’de güverte, inşaiye ve makine mühendisleri olarak mezun olmuşlardır. Bahriye Mektebi’nde açılan “buhar (makine)” sınıfından mezun olanlar aslında makine mühendisi olmayıp “gemi makineleri işletme mühendisi”dirler. Bu makine mühendislerinden Ahmed [Besim] Efendi (Paşa ; 1850 - 1828) mezun olunca Tersane-i Âmire’de başmühendis olan Shanks’ın yanına yardımcı olarak atanmış, 1873’de onun ayrılması üzerine başmühendis olmuş ve bu görevini 1909 yılına kadar sürdürmüştür. Ahmet Besim Paşa bu dönemde buhar makinesi tasarımları yapmış ve bu makineler imâl edilerek çeşitli gemilere takılmıştır. Osmanlı döneminde Ahmed Paşa dışında makine tasarımı yapan bir başka mühendis bilinmemektedir.
Türkiye’de 1926 yılına gelinceye kadar makine ve elektrik mühendisliği alanında Bahriye Mektebi dışında eğitim ve öğretim söz konusu olmamıştır. Bu dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde öğrenim görmüş olan az sayıda makine ve elektrik mühendislerine rastlanmaktadır. Cumhuriyet’in ardından bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerine mühendislik öğrenimi görmek üzere öğrenci gönderilmeye başlanmış, öte yandan da ihtiyaç duyulan mühendislik alanlarında (makine, elektrik ve maden) öğretim kurumları açılması yoluna gidilmiştir.
Sanayi devrimi sürecinde Avrupa ile arasında meydana gelen uçurumu kapatmak ve tekrar teknolojide eski önder konumuna ulaşmak ümidiyle büyük gayret gösteren Osmanlılar, yine de teknolojinin hızına hiçbir zaman yetişemediler. Çok nadir, küçük teşebbüsler de seri üretime dönüşmeden ferdi uğraşlar olarak kaldı. Bunun yanında satın alma yoluyla dünya teknolojisini çok yakından takip ve taklit etme noktasında büyük başarı gösterdiler. Sürecin böyle gelişmesinin nedeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, kültürel ve siyasi pek çok özelliğinde saklıdır.